MELERAN 3. ÇAĞ – YENİ BİR ÇAĞIN GELİŞİ in Meleran | World Anvil
BUILD YOUR OWN WORLD Like what you see? Become the Master of your own Universe!

Remove these ads. Join the Worldbuilders Guild

MELERAN 3. ÇAĞ – YENİ BİR ÇAĞIN GELİŞİ

*Meleranda hayat, özgürlük demektir…*   Meleran’ın özgür olmayan tek ırkı, Nin-Daralar uzun zaman önce yer altına Tanrıça Berenel ve onun sahip olduğu Cennet Muhafazası tarafından hapsedilmişlerdi. Cehennemin kukla Tanrısı Azuel’in ilk ve tek yaratımı olan bu korkunç, korkunç olduğu kadar da benmerkezci olan ırk, Cehennemin kadim, ölümcül ruhu tarafından Azuel’den koparılmış ve bu kukla Tanrının halkına ulaşması engellenmişti.   Özgür halklar arasında Ölüm Tanrısı olarak bilinen Azuel, ölümün taptığı bir Tanrı olmasına rağmen Nin-Daralara ulaşamıyordu. Cehennemde yaratılan ama cehennem yaratıklarının birçoğuna göre çok güçsüz ve amaçsız olan bu ırk Cehennem tarafından reddedilmiş ve Meleran’a gönderilmişti.   Her zaman Azuel den ve onun varlığı ile ilişkili olan her şeyden nefret eden Cennet Kolcusu, yüce Tanrıça Berenel elinde tuttuğu Cennet Muhafazasını kaldırmış ve tüm Nin-Daraları yer altına hapsetmiştir. Tüm bunlar 2. Çağın ortalarında, bir kadim zamanda meydana gelmiş ve o zamandan beridir Meleran halkı özgür olmaya devam etmiştir. Ama şimdi…   *“Patlamasa da patladı bil Gönlüm seninle hopladı bil Sersem gibi olduğumu bil Kaçma bebişim koynuma gir.”*   Eşek sallana sallana gider, üzerinde ki zayıf eleman hop hop zıplarken şarkı sözleri sanki sarsıntılı eşek yolculuğunun etkisi yokmuşçasına hiç bozulmadan yayılıyor, usandırıcı sözler dağ tepe demeden her yere ulaşıyordu. Eşeğin üzerinde ki, ne ya da kim olduğu bilinmeyen eleman eşeğin arada sırada çıkarttığı bezgin kişnemelerine rağmen; bıkmadan, usanmadan şarkısını söylemeyi sürdürüyordu.   *“Kalbimin kaçarı gönlümü kapsa Armudun tekini danalar kapsa Yinede benimle olsan kaprisli yarım Çaldığın keşke hep senin olsa…”*   Eşeğin üzerinde, şarkının sözleri ile çevresinde ki yaşayan her şeye eziyet çektiren genç eleman hoplamaların ritmine öyle bir kaptırmıştı ki kendisini, eşeğin yanlarında bağlı olan çantalardan gelen çınlamaların sesini dahi duymuyordu. Kim bilir; belki de o çınlamalar onun için hayat felsefesi haline gelmişti. Zaten öldürücü olan bu şarkıya bir de eşlik eden bu çınlamalarla etrafındaki doğa anaya bile işkence ediyordu.   *“Elmanın yarısı senindir, Tüm bu patlamalar senin içindir, Karpuz yardım yarısı senin, İçinde ki çekirdekleri ise kendimin…”*   Eşek bu noktada öyle bir anırdı ki adam bir an susup eşeğe bakmak zorunda kaldı. “Amma sızlandın be uzun kulak,” dedi böldüğü şarkısına devam edemediği için sıkkın bir şekilde. “Biliyorsun ki Kuyu Kapısı Kasabasında bile benim şarkımı dinlemek için kavga ederler; ama sen sızlanıp duruyorsun. Bilmiyorum nedendir ama muhtemelen bu yolculuk sana iyi gelmedi.” Bir an sustu ve tek kaşını havaya kaldırarak, şimdi dudaklarına yerleşmiş o çarpık sırıtışla eşeğe doğru eğildi. “Her zaman yeni ve benim şarkımdan hoşlanacak bir eşek bulabileceğimi biliyorsun.”   Bunun üzerine eşekten büyük bir anırtı koptu. Eşek aynı fikirde olmadığını belirtir gibiydi. Zayıf, zayıf olduğu kadar da tipsiz olan genç adam ise adam kahkahaları ile bu anırtıya eşlik ediyordu. “Senin müzik zevkin yok eşek.” Genç adam kahkahasını durdurmaya çalışarak başını eşekten kaldırdı ve etrafına baktığı o anda eşeği durdurması gerektiğini anladı.   Eşek şimdi ne olduğunu anlamaya çalışırcasına kişnemesini keserek etrafına bakınıyordu. Ama devasa bir çınardan başka bir şey yoktu. Adam eşeğin üzerinden indi ve çınara doğru koşturarak incelemeye başladı. “Bu civarda bu kadar büyük ağaçların yetiştiğini bilmiyordum,” dedi şaşkın bir şekilde ağaca dokunarak. Ağaç çevresindeki kuru toprak ve dağlık bölgeyle çok büyük bir tezat oluşturuyordu. Sanki oradan kalkıp gitmeye hazır gibi duruyordu. Ama her neyse, o sadece bir çınardı işte…   Genç adam omuz silkerek pantolon kuşağının bağını söktü ve büyük bir “Ohhh…” sesi ile başını arkaya atarak içinde ki zararlı kimyasalları dışarıya, çınarın dibine doğru atmaya başladı. İşte rahatlama böyle bir şeydi. Bir an sonra eşeğin yanına döndüğünde elindeki kuşağı yeniden bağlamakla meşgul olan adam “Aradığımız buralarda bir yerlerde olmalı,” dedi. “O adamın söylediği gibi üç gün üç gecedir yoldayız. Kimsenin kıramadığına artık varmış olmalıyız.”   Eşek büyük bir sıkıntı ile başını diğer tarafa çevirdi. Sanki kimsenin kıramadığı her neydiyse onu hiç alakadar etmiyor, o aslında bu yolculuğa bile çıkmak istemiyor gibiydi. Sanki ailesinden istenmeye gelinmiş bir kız gibi tavır yapıyordu sahibine… Ne var ki sahibi de bırak bir eşeği, bir kızı bile istemeye gidecek kafa yapısında değildi.   “Hadi ama…” dedi adam eşeğe bir şaplak patlatarak “Uzun süredir sen ve ben bunun için çalışıyoruz dostum. Deneylerim sırasında beni hiç yalnız bırakmadın.”   Uzun kulakları dikilen hayvan az önce yediği şaplağın etkisinden mi yoksa bu sözlerin niteliğinden midir bilinmez o tarafa doğru döndü ve anırdı. “Şimdi ben kimsenin kıramadığını araştırırken sen beni sessizce, uslu bir uzun kulak olarak burada bekle!” Genç adam eşeği çekiştirerek az önce kendisini rahatlatan çınara doğru götürdü ve eşeği ağacın gövdesine sıkıca bağladıktan sonra arkasına dönerek dağlık bölgeyi gözden geçirdi.   Yaşlı adam bir çınardan bahsetmemişti kendisine… Zaten şişko ihtiyardan da böyle bir şey beklenirdi. Ona, şu keçiye benzeyen tepeyi tarif etmişti ama daha belirgin olan bu çınarı tarif etmemişti ihtiyar. Bu çınarı tarif etseydi kesinlikle aradığını daha kolay bulabilirdi. Neyse, her şekilde buradaydı işte…   Keçiye benzeyen tepeye doğru ilerledi ve tepenin yanında yer alan yükseltideki oyuklara ayaklarını yerleştirerek gerçekten de keçi boynuzuna benzeyen kayalara tuttu. Yavaş ama dikkatli adımlarla aşağıya inmeye başladı. Çıkıntıları bir bir tutarak ve zayıf bedenini kolayca hareket ettirip bir oyuktan diğerine, oradan oraya kayıp geçerek aşağıya indi.   Bir an sonra, yüzüne vuran rüzgârın nedeni olan, iki tepenin arasında ki boşluğu gördü. Batı rüzgârları buradan serbestçe kendisine ulaşıyordu. Ama batıdaki bu yolun Prenko Volkanına kadar gittiği söylenmişti ve zaten yıllardan beridir kimse de o lanetli volkana gitmek istemiyordu. Dağın eteklerinde yaşayan halk bile yurtlarını terk etmeye başlamışken neden başkaları o lanetli topraklara gitmek istesindiki?   Genç adam aklını bu düşüncelerden uzaklaştırırken yavaşça etrafına bakındı ve tüm oyukları incelemeye başladı. Dağın yüzeyine elini değdirerek oyukların kıvrımlarına baktı. Gerçekten de burası çok yumuşak kayalarla bezeliydi. Tepede ki keçi şekilli kaya kadar sert kayalardan oluşmuyordu dağın bu kesimi.   Yaşlı adamın tarifini hatırladı. “Tüm inceliğin ortasında, en bilge simyacının bile geçemeyeceği sertlikte…”   Eli yavaşça oyukların üzerinde sağa doğru ilerlemeye, bir oyuktan diğerine geçmeye başladı. Kendisi ise oyukları sayıyor, her biçimli oyuğu numaralandırıyordu.   “Tüm inceliğin ortasında, en bilge simyacının bile geçemeyeceği sertlikte…” Eli tamamen pürüzsüz bir yüzey ile karşılaşınca ve aklında ki sayılar o gerçeklikte buluşunca bakışlarını önünde ki şekle dikti ve dudaklarından tek çıkan kelime “Sert!” oldu.   “Tüm inceliğin ortasında, en bilge simyacının bile geçemeyeceği sertlikte bir kaya!”   Şaşkınlıkla bakışlarını yukarıya doğru kaldırdı ve iki geniş granitin içinde ki bu doğa harikasına bakarak “Kaya!” kelimesini hızla alıp verdiği nefesinin arasından şekillendirmeyi başardı.   Şaşkın geçen bir an boyunca kayanın pürüzsüz yüzeyine baktı ve ardından yeniden dokundu. Evet, dokununca insana garip bir duygu veriyordu. Kaybetme duygusu muydu? Ya da başka bir şey? Yokluk? Hiçlik? Bitmişlik?   Tek bir şeyi biliyordu. Kaybetme!   Kuyu Kapısı Simyacılarının hayallerini süsleyen kayaydı bu! Kırılamayan, yoldan çekilemeyen ya da aşılamayan, hatta ve hatta yerinden dahi oynatılamayan, varlığını kimsenin değiştiremediği bir kaya…   Simyacılar, ilimlerini kavrayamadıkları için bir türlü anlaşamadıkları; ama çeşitli simyacı yapımı iksirler karşılığında kendilerine en büyük pazar payı sağlayan büyücülerden dahi yardım istemişlerdi bu kayaları oynatabilmek için. Ama onlar bile bu kayanın varlığında bir hareketlenmeye yol açamamışlardı. O günden beridir Gümbürdeyen Dağda ki patlamalar hız kazanmıştı. Herkes deneylere koyulmuş, delicesine uğraşlar vererek bu kayayı oynatmayı kafaya koymuştu. Tüm simyacılar bu kaya ile kafayı bozmuştu.   Genç adam bakışlarını etrafta ki kayalarda gezdirdi ve kararmış, yer yer dökülmüş olan kayaları gördü. Kim bilir bu dağda kaç farklı patlama olmuş ama bu devasa dağ parçasını oynatamamıştı. Gümbürdeyen Dağ Simyacıları şimdilerde kendilerini bu kaya parçasına adamışlardı. Tek hedef bu kayayı yerinden oynatmaktı.   İşte karşısındaydı. Genç adam daha önceden buraya hiç gelmemişti ama bu daha ilk seferi olmasına rağmen kendisine güveniyordu. Şimdi deneme sırasıydı… Ama önce…   Hızla geldiği yere yönelerek keçi şeklindeki kayaya doğru tırmanmaya başladı. Eşeğe bu mutlu haberi vermeliydi. Belindeki keselerde sallanan son iksirini bu devasa oluşumda kullanmadan önce eşeğine mutlu haberi vermeliydi.   Sol eli ile keçi boynuzu şeklindeki kayayı yakaladı ve zayıf bedenini yukarıya doğru çekerek üst noktaya ulaştı. Genç adam daha yukarıya ulaştığı anda “Onu buldum eşek!” diye haykırarak kollarını havaya kaldırdı. Derken sesi bir anda boğazında düğümlendi ve olduğu yerde kala kaldı.   Ne eşek ne de eşeğini bağladığı devasa çınar bıraktığı yerdeydi… Yana doğru yatmış olan taç, yatak odasındaki kralın kafasında öylece duruyor ve sersemce, ayaklarının altında sürünen geceliğinin üzerine basa basa odada fink atan kral bıkkınlığının faziletini yansıtırcasına homurdanıyordu. “Süpürdüğüm onca şeye rağmen… Hepsine rağmen değişmiyor!”   Yatak çarşaflarını hızla çekti ve çarşaflar hızla yere düşerken eğilerek çarşaflarla yeri silmeye başladı. “Pislik gitmiyor ki rahat edelim.” Hızla ayağa fırladı. “Pis pis… Her şey pis! Herkes pis!”   Kral hızla kendisini yatağın üzerine attı ve zihninin içini kazımaya çalışan o küreği geriye itmeye çalıştı. Sanki kayalar etrafa saçılıyor ve ona yapması gerekenleri söylüyorlardı. Yalnız bırakmak… Çekmek… Çekmek… Kuyudan su mu çekmek?   Hızla ayağa fırlayan kral çekmecelerinden birisini açıp kapatmaya başladı. Yanlış olan neydi? Onu bezdiren, bıktıran ve gitmesi gereken yer yerine bir diğerine sürükleyen?   Herkesin sevgilisi Aransun Kralı elinde ki kupayı havaya kaldırdı ve iç çamaşırları ile dolu olan çekmece hızla yere düştü. Bu kupa değildi! Hayır, çekmece de değildi! İç çamaşırları ile sarmalanmış olan beynine vuran, akıl almaz bir kürekti. Kazıyor, kazıyor ve daha derinlere iniyordu. Daha derinlere, inine, dibine…   “Lanet olası eşek!” dedi çınarın varlığını düşünmek bile istemeyen genç adam oraya buraya bakınmaya devam ederken. Çınar gerçek değildi belli ki… Nasıl olmuştuda böylesine bir araziye hiç yakışmayan öylesi bir ağacın orada olduğunu düşünmüştü? Üç gün üç gecedir uyumamanın verdiği bir şey olmalıydı bu.   Peki ya eşek? O da mı uykusuzluğun getirdiği bir kayıptı? Yoksa eşek dibinde kişneyip duruyordu da o mu duymuyordu?   Evet, tabi ya! İşte bu olmalıydı. O kadar yorgundu ki… Gözlerini kısarak etrafına bakınmaya başladı.   Aptal! Yoktu işte! Bunun yorgunlukla ne alakası vardı. Bir şey ya ordadır ya da değildir. Ya bulabilirsin ya da bulamazsın. Bir şişe dolusu Uyku Getiren içse bile o şekilde bir uyurgezerliğe maruz kalamazdı.   Belli ki eşek onun sesinden bıkmış, usanmış ve kaçmıştı. “Ya eşek…” diye bağırdı dağlara doğru. “Bak lütfen dön. Bir daha kötü sesimle şarkı söylemeyeceğim söz!” He, yani bilincindeydi kötü sesinin… Elbette ki bilincindeydi! Gümbürdeyen Dağ’da kötü sesi yüzünden kaç kere ölümden dönmüştü.   Kulak kabartarak etrafını dinledi; ama dağların sessizliğinden başka hiçbir şey yoktu işte… Yalnızlık… Kayanın hissettirdiği gibi bir kaybetme duygusu…   Hayır! Hızla arkasını döndü ve keçi şeklindeki kayaya doğru yöneldi. Kaybetmeyecekti. İlk denemeydi bu; ama daha önceden kimsenin kullanmadığı bir şey kullanacaktı. Hiç kimsenin, hiçbir yerde denemediği bir şey…   Oyuklardan aşağıya inerken hiç duraksamadı. Eşek aklından çıkıp gitmişti bile. O kaybetme duygusu, kaya sanki tekrar tekrar kendisi ile dalga geçiyordu.   Kral hızla kendisini yere attı ve yıllardır yönettiği krallığının tacı kafasında daha da eğik bir konuma doğru kayarken yere dökülen iç çamaşırlarını kahkahalar içerisinde havaya doğru fırlatmaya başladı. Yedi Yonca dantelleri ile işlenmiş bir iç çamaşırı tacın sivri uçlarından birisine takılıp orada öylece asılı kaldığı anda kahkahalar odanın kapısından dışarıya doğru yayılmaya ve saray ahalisini ayaklandırmaya başladı.   Çılgına dönmüş, başarısız olma korkusu ile yoğrulmuş genç adam pürüzsüz, dev, alaycı kayanın önünde durdu ve kısa bir sessiz bakışmanın ardından “Seni alt edeceğim!” diyerek elini belindeki kesesine götürdü.   Belinde ki keseyi tutarak “Şimdi görürsün!” dedi ve keseyi çekti. Belinde bir çekilme hissetti. Kese yerinden çıkmadı. Yeniden çekti ve kese takılı olduğu yerden kurtulmadı. Bunun üzerine diğer eli ile keseye yapışarak çekiştirmeye başladı ama kesenin yerinden kurtulmaya niyeti yoktu.   Derken kesenin kuşağına bir halka ile asılı olduğu aklına geldi. Heyecanı onu nasılda aptallığa sürüklemişti. Kuşağının önden bağlı olan iplerini çözmeye koyuldu ve kurdele şeklinde ki ipi çözmek için ipin bir ucunu çekti. Ama ip kurdelenin içinden geçmiş olduğundan düğümlendi. “Lanet!” İpe asıldı ve düğüm daha da sıkıldı.   Normalde el becerisi olan genç adam her simyacının yaptığı hataya düşmüştü: Heyecanlanmıştı.   Bir yandan iki eli ile gömleğinin düğmelerini çözüyor bir yandan da sürekli görüşünü engelleyen gömleğini çenesi ile sıkıştırmaya çabalıyordu ama eski, yer yer yanmış, yırtıklarla dolu gömlek de ona ihanet ediyordu. Her seferinde çenesinin altından kurtulan gömlek görüşünü engelliyordu. İkinci lanet sözcüklerini de babasından kendisine miras kalan gömleğin gereğinden fazla bol olmasına karşı söyledi.   “Of…”   Eli hızla iplerden gömleğin düğme deliklerini tutturan diğer iplere yöneldi ve ipler yerlerinden hızla sökülürken çocuk gömleğini üzerinden fırlatıp attı. Şimdi zayıf ve yanıklarla dolu, biçimsiz bir vücudun yine biçimsiz olan gölgesi arkada ki pürüzsüz, doğa harikası kayaya düşüyordu.   Derin bir nefes alarak bir an kendisini sakinleştirmeye çalıştı ve ardından iki elinin, gereğinden fazla uzun, kırılmadan yerinde kalabilmiş birkaç tırnağını kullanarak ipleri ayırmaya başladı. Birkaç çekişin ardından ip sıkıştığı diğer iplerin arasından kurtuldu ve kuşağı serbest bırakarak açıldı. Rahatlayan genç adam bir an derin bir nefes verirken kuşağın ipi elinden kaçtı. Kuşaktan kayarak yere düşen kesenin ağzı açılırken genç adamın pantolonu bacaklarından aşağıya düştü ve adamı çırılçıplak ortada bıraktı. Genç adam lanetleri sıralarken kese içerisindekilerin dökülmemesi için pantolonu filan boş vererek keseye doğru koşturdu ve şimdi ayağından neredeyse tamamen çıkmış olan pantolon ayaklarına dolanınca yüzüstü yere kapaklandı.   Genç adam başını önünde ki keseye doğru kaldırınca kesenin açık ağzından tozların dışarıya doğru süzülmekte olduğunu gördü. “Hayır, henüz değil Adep, henüz değil!”   Dünyada nadir bulunan Adep’lerden birisini –dünyada sadece dört Adep vardı- kullanmıştı. Mavi Adep diyorlardı ona… Bir parça mavi Adep kesebilmişti. Aslında bu yaşayan taşın kalbini incelemeyi çok istiyordu ama ne yaptıysa kalbine inememişti bu yaşayan, mavi taşın. Taş eksik parçasını kendi kendine yenileyecekti, kesilmiş parçalarında bir süre sonra varlığını kaybedeceğini biliyordu ama kesilip ufalanan ve toz haline dönüştürülen bu parçaların varlıklarını kaybetmelerine daha çok vardı ve her şeyden önemlisi hava ile temas etmemeleriydi.   Eğer şu anda olduğu gibi hava ile temas ederse birkaç dakika içerisinde varlığını kaybederdi bu mavi Adep tozları…   Genç adam hızla keseyi kaptı ve ayağa fırlayarak kayaya döndü. Ne yapacaksa hemen yapmalıydı. Çıplak olması önemli değildi. İşini bitirdikten sonra giyinebilirdi ama şimdi işini yapmalı ve kayayı yenmeliydi. Zira bir başka Adep parçası alabilmesi için Adep’in kendisini yenilemesi gerekliydi ve bu aylar alacaktı.   Hayır! Zaman yoktu.   Sağ elini keseye daldırdı ve bir parça toz çıkardı.   Karışımlar… Burada bulunan en değerli madde Adep olabilirdi ama onun kadar olmasa bile çok değerli birçok madde içeriyordu bu toz. Ona Ufalanıcık Tozu ismini vermişti. En güçlü kayayı bile erittiğini görmüştü tozun ama bu sıra dışı kayayı eritebilecek miydi? Denemeden bilemezdi!   Dudakları aralamaya başladığı avucuna doğru eğilirken ve tozu dev kayaya doğru üflemeye hazırlanırken rüzgârın sesi kulaklarında yankılanıyordu. Sanki orada olmayan bir ağacın sinirli hışırtısını duyar gibiydi ve ardından rüzgârın hızı ile savrulan, yanından geçip giden o tek yaprağı görmedi bile. Güneş tüm sıcaklığı ile gökyüzünde dikiliyordu. Sanki genç adamı oracıkta kavurmaya hazırlanıyordu.   Nefesinin kuvveti tozların üzerine boşaldığında bir anlığına tüm sesler durdu ve ardından devasa kaya tozla temas etti.   Kral oturduğu iç çamaşırı havuzundan doğruldu ve bir anda vücudunu saran o karıncalanmaya karşı savaşmaya başladı. Güzeller güzeli Aransun… Aransun’u yıkıyorlardı. Deliyorlar, geçiyorlar, yok ediyorlardı. Onun Aransun’unu! Onun biricik Aransun’unu!   Aransun’un haşmetli kralı vücudunu saran kaşınmaya karşı tırnaklarını gösterdi.   Kayanın yüzeyinde bir an hiçbir değişme yoktu, ardından kaya böcekler tarafından yeniyormuşçasına ufalanmaya başladı. O pürüzsüz yüzey santim santim ufalanmaya, tüm kaya, tozları etrafa saçılırken dağılmaya başlamıştı. Kral elinde olmadan bir çığlık attı ve tırnakları ile parçalarcasına vücudunu kaşımaya başladı. Çıldırmak üzereydi. Aransun’un yüzeyinde büyük bir kaşıntı dalgası vardı. Onu ve tüm halkını yok edecek bir kaşıntı. Kaşınıyor, kaşınıyor ve onu ele geçiriyordu.   Ruhunu bile parçalayacaktı bu kaşıntı. O, Aransun Kralıydı! Emretmeliydi! Kaşıntının durması için emretmeliydi; ama ne işe yarardı ki? Düşman önce sinsice yaklaşmış ve ardından kaşıntıyı başlatmıştı.   Çılgınca haykırışlar arasında kapıya doğru atılan kral kapıyı açtı ve odasından dışarıya fırlayarak koridor boyunca koşturmaya başladı. Kayanın yüzeyi dökülürken genç adam geriledi ve kayanın dökülerek tükenmesini büyük bir memnuniyet içerisinde seyretti. Kaya tükenene kadar orada durdu ve ardından kayadan geriye kalan toz parçalarına bakarak “İşte oldu!” dedi. “Başardım!”   Ellerini gökyüzüne kaldırdı ve çıplak bedenini sarmalayan bir kahkaha patlaması başladı. Ama başarısına kendisini o kadar çok kaptırmıştı ki un ufak olan kayanın arkasında ki karanlıktan kendisine bakan onlarca gözün farkına varmadı.   Deprem, büyük bir vurgun gibi geldi. Sarsıntı her yerdeydi. Güneyde ki Esteria pazarlarını bir kargaşa sardı ve kuzeyde ki Mensora ile Niada kalelerinden daha da kuzeye, Son Görü Ormanına kadar bu kargaşa yayıldı. Karanlık içinde çember kurmuş Son Görü elf’leri kurdukları çemberin içerisinde tek bir görüde birleştiler ve solgun yüzlerini gökyüzüne doğru çevirdiler. Görülerde bahsi geçen zaman gelmişti.   Aransun generali Mindoren bir an kralın konutuna doğru ilerliyordu ve bir an sonra yanından hızla geçen kralın arkasından yere düşürdüğü taca ve yanında ki dantelli iç çamaşırına bakıyordu.   Sarsıntı onları da vurduğunda kral kendisinden uzaklaşmaya devam ediyordu. Bir an sonra delirmiş kral saray koridorlarında kayboldu. Daha sonra, saatler sonraki aramalarda ise kralın nereye kaybolduğuna dair tek bir ipucu bile bulunamayacak, kralın kaybolmasına, kaleden nasılda yok olduğuna dair binlerce söylenti Aransun halkının dilinde dolaşmaya başlayacaktı. Ama bu da daha nicesi gibi söylentiydi. Bazı söylentiler vardı ki Aransun Kralı’nın, Halkın Sevgilisi Freor’un delirdiğini, ardından kaçarak saraydan uzaklaştığını söylüyordu. Böyle bir şeye kim inanırdı ki?   Genç adam depremde ayakta kalabilmek için yanında ki kayalara tutunmaya çalıştığı anda karanlıklardan kendisine bakan, karanlıktan bile karanlık olan o gözleri gördü.   Şimdi kayanın yerinde duran mağaradan birçok ses geliyordu ve bu homurtuyu, hırıltıyı andıran seslerin ardından bir karanlık dışarıya doğru yayıldı. Bir an sonra ise artık karanlığa bürünmüş olan dağlarda genç adamın acı dolu haykırışları duyuldu.

Remove these ads. Join the Worldbuilders Guild

Comments

Please Login in order to comment!